Nasıl köprüden intihar edenlerin büyük bir kısmı şehrin ışıklı tarafında intihar ederek son bir hesaplaşmaya girişiyorsa, intihar eden ve etmeye çalışan işçilerin intiharları da benzer şekilde sistemi teşhir eden bir anlama; ve daha da önemlisi sistemle yüzleşilen bir hesaplaşma ve intikama evrilmektedir.
“…Onun için yeryüzünde her şey kendisi dahil para uğruna vardır, başka bir şey uğruna değil. Hızlı kazançtan başka bir sızıdan haberli değildir.” (Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu, s.356)
Kriz içindeki kapitalizmin dayattığı çalışma koşulları ve saldırgan neo-liberal politikalarla güvencesizleştirmenin güvence altına alındığı Türkiye’de; uzayan iş saatleri, düşen ücretler ve geçim sıkıntısı işçilerin yaşam koşullarını gün geçtikçe ağırlaştırmaktadır. Ekonomik sıkıntılar ve güvencesizlik hali nedeniyle ruhsal problemler yaşayan işçiler, örgütsüzlüklerin de etkisiyle, gün geçtikçe sorunlarının çözümü olarak çareyi intihar etmekte bulmaktadırlar. Ne var ki, son yıllarda artan iş cinayetleri ve işçi intiharları gündemde oldukça az yer bulmakta, yer bulduklarında da aynı hızla gündemden uzaklaştırılmaktadır. Emekleri kadar yaşamları da değersizleştirilen işçilerin intiharları; üçüncü sayfa haberlerinde, günlük olağan ölüm listelerinde gizlenmektedir. Yaşamları bilinçli bir unutuluşa terk edilmektedir.
Kapitalizmin kuralsızlaştırma ve güvencesizleştirme politikalarının en vahşi sonucu olan emekçi intiharları, salt Türkiye’ye ait bir tablo olmanın ötesinde; kapitalizmin etkisinin işçi sınıfın üzerindeki en somut göstergesidir. Engels bu duruma 1845’te “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” adlı eserininde yer verir. Yaptığı tespitte “eskiden üst sınıfların kıskanılası ayrıcalığı olan intihar, İngiliz işçiler arasında da moda haline gelmiştir; birçok yoksul, başka çıkış yolu bulamadıkları zaman sefillikten kurtulmak için kendini öldürüyor…”[1] vurgusunda bulunmuştur. Böylece içine düştüğü durumdan çıkış yolu bulamayan örgütsüz işçi sınıfı, psikolojik travmalarının da etkisiyle, kimi zaman bir çözüm yolu olarak, kimi zaman da nihai bir isyanda biçimi olarak intihar etmeyi tercih etmektedir.
Emekçi intiharları bizlere gösterilmek istenildiği gibi basit ve bireysel bir hesaplaşma olmanın çok ötesinde, bizzat toplumun sistemle hesaplaşmasının bir sonucudur. Bir bakıma, Rene Magritte’in “İmgelerin İhaneti” isimli tablosunundaki pipo imgesinin altına düşülen not gibi “Bu bir pipo değildir”. Görünen, görünenin görünür olan anlamına yakın olduğu gibi, gerçeğin en uzak biçimde de konumlanabilmektedir. O halde şu soru sorulabilir: İşçilerin yaşamlarını yok etmeleri intihar değilse nedir?
Hoyratça davranarak, metni bir yapı örgüsünden koparma pahasına, cevabını aradığımız soruya en başta cevap verelim. Yenilgiye uğratılmış, örgütsüz ve dağınık tekil bir ölüm kisvesi altına gizlenerek bizlere tanımlatılmak istenildiği gibi bir ‘intihar’ değil, tersine katil ve maktül arasındaki ilişkinin belirgin olduğu bir cinayettir. 1845’te Engels bu durumu adını işçi sınıfının toplumsal üretimde karşı karşıya kaldığı cinayet olarak koymuştu:
Bir insan, bir başkasına ölüme yol açan bedensel bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz. Ama toplum, yüzlerce proleteri, çok erken yaşta doğal olmayan bir ölümle yani kılıç ya da kurşunla ölüm gibi zorba yollardan ölümle karşı karşıya geleceği bir konuma koyduğu zaman, toplumun o yaptığı bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikle cinayettir; toplum binlerce insanı yaşamın gereklerinden yoksun bıraktığı, içinde yaşayamayacakları konumlara soktuğu -kaçınılmaz sonuç olan ölüm gelinceye dek o koşullarda kalmaya yasanın güçlü eliyle zorladığı- bu binlerce mağdurun yok olacağını bildiği ve gene de bu koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun o yaptığı, bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikte cinayettir; örtülü, kasıtlı cinayettir; hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurun ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayettir; çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir.[2]
Bu ‘sosyal cinayet’in ortaklığı sadece egemen sınıflara yönelik bir itham değildir. İthamın diğer tarafı; yoksulluk, kötü çalışma koşulları, iş cinayetleri ve işçi intiharlarını sisteme ait aksaklıklar adı altında sunan “kapitalist sistemin kendisi”dir.[3] Mahkum edilen ve ölüme sürüklenen işçi sınıfı olduğu gibi, işlenen de bir toplumsal cinayettir.[4] Bu nedenle, sorumluların “kaza” diyerek geçiştirdiği cinayetler-intiharları normalleştirerek meşrulaştırmaya çalışılmasına göz yummak, maktülün hikayesini görünmezliğe hapsederek, işlenen cinayette ortaklaşmadır.
Görünmezlik zırhı bizzat kamu ve özel şirketler tarafından kullanılmakta; iş kazalarından (cinayetleri) ölmeyenler ‘iş şehidi’ olarak görülmediğinden; risklerin önlenmesi ya da giderilmesi konusunda önemsizleştirme söz konusu olmaktadır. İntiharların iş yerlerindeki mevcut çalışma koşullarına bağlı olduğu kanıtlanamadığı için de kayıtlar intiharlarının görünmezliğinin başlıca vektörünü oluşturuyor. Depresyon ile mücadele edenler en dışa ittiklerinden bunlar en kolay harcanabilir olarak da etiketliyor. Sonrasında yapılan onları derin bir sessizlik ve hiç var olmamışlar gibi unutuşa terk etmektir.
Bu noktada dünyanın birçok ülkesinde işçi intiharlarının mesleklere ve gelir dağılımı ile ilişkisi incelenmektedir. Her ne kadar bu veriler işçi intiharlarının sorunları çözmek amacına hizmet etmenin çok uzağında da olsa bizlere işçiler ve intihar arasındaki ilişkiye dair bir veri sağlamaktadır. Örneğin İngiltere İstatistik Kurumu (ONS) tarafından yapılan araştırmaya göre yöneticiler ve üst düzey yetkililerin en yüksek ücretli işgücü grubu olarak en düşük intihar riskine sahip kişiler olarak rol almıştır. Öyle ki, inşaat işçilerinin intihar oranları ulusal ortalamanın 3.7, fabrikalarda çalışan işçilerin 2.6 kat ve tarım sektöründe çalışan işçilerin ise 1.5 kat oranında ulusal ortalamanın üzerinde intihar ettiği tespit edilmiştir.[5]
Türkiye’de ise işçi intiharlarının oranları/rakamları ile ilgili mevcut tek detaylı araştırma İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) elde ettiği verilerde sunulmaktadır. Bu verilere göre 2013-2017 yılları arasında en az 279 işçinin işyerindeki koşullarına veya geçim sıkıntısından kaynaklanan nedenlerle intihar ederek yaşamını yitirdiğini görülmektedir. İlgili raporlara göre 2013 yılında 15, 2014 yılında 25, 2015 yılında 59, 2016 yılında 90 ve 2017 yılında ise 89 işçinin intihar ettiği tespit edilmiştir. Yıllar bazında intihar eden işçi sayısının gittikçe arttığı açıkça görülmektedir. İSİG’in raporlarındaki tespitlerinden bir diğeri ise, işçi intiharlarının en önemli nedenleri olarak borç, mobbing ve işsizlik gösterilmektedir. Bununla birlikte TÜİK verilerine göre geçim zorluğu Türkiye’de intihar nedenleri arasında 3. sırada bulunmaktadır.[6] Fakat bu verilerde yukarıda değinildiği üzere meslek bazında bir araştırma söz konusu değildir.
Türkiye örneğinde diğer dikkat çekici bir nokta ise işçi cinayetleri ve işçi intiharları son yıllarda benzer oranlarda artmaktadır. Aşağıdaki tabloda görüleceği üzere iş cinayetleri sürekli bir artma eğilimindeyken, işçi intiharları Türkiye’deki işsizlik rakamları ile paralel bir artış seyri göstermektedir.
Ne var ki, gerek devlet kurumları gerekse de sermaye var olan bu sorunların üstlerini kapatmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Engels eserinde; emekçiler arasında açlıktan ölüm ve intihar oranının yüksek olduğunu fakat bu durumun da kurumlarca (mahkemelerce) gizlendiğini hususunu bizlere aktarır. Ve günümüzde de geçerliliğini koruyan tesptini yapar: “Burjuvazi, işçi sınıfının ıstırabını gözlerden saklama sanatında”gittikçe ustalaşmaktadır. Artık bu ustalık sadece mahkemeler üzerinden değil, sermayeyle içkillenşen medya, sermayenin dilinden konuşan ‘akademi’ ve sınıfının yerine sermayenin savunuculuğuna soyunan ‘sendika’lar aracılığıyla yapılmaktadır.
Kimi zaman da halkın temsilcileri olan parlamenterlerin soruna olan yaklaşımlarında bu konumlanma görülmektedir. Mevcut parlamento temelli çözüm emekçilerin yaşam ve işyeri şartlarını düzenlemek yerine parlemento araştırma önergeleri ile geçiştirilmektedir. E. P. Thompson’a göre bu araştırma önergeleri, “pek çok amaca yaradıkları söylenebilir ama reform amacına yaradıkları söylenemez…” der. Dahası bu “parlamento araştırmaları dilekçelere karşı rutin bir tepki olarak, hoşnutsuzluğu ‘kontrol etmek ve yönlendirmek’, ertelemek ya da yaramaz parlamenterleri aldatmak; ya da sırf faydacı işgüzarlık nedeniyle gündeme gelmiştir”.[7] Bu nedenledir ki, sınıf mücadelesi ancak gerçek bir baskı yarattığı oranda somuta dönüşüp bir sonuca varabilir.
Bu duruma karşı ses çıkarmak için çabalayan ve baskı yaratmak isteyen emekçiler ise sermaye tarafından, Marx’ın da Kapital’de ‘Artı Nüfus’ olarak bahsedeceği, işsizler/yoksullar ordusuyla baskı altına alınacaktır. Artı-nüfus sanayinin sahip olduğu ve “her zaman en canlı aylarda pazarın gereksindiği mal yığınlarını üretebilmek için işsiz bir yedek işçi ordusu”dur. Bu artı nüfus sayesinde sermaye koşullara itiraz eden emekçileri işten atmakla tehdit etmektedir. Zira emek sömürüsü üstünden “mülk sahibi sınıfın, işçiyi bedence ve ruhça yıkma eğilimi taşıyan öteki koşulların sürmesinde doğrudan çıkarı var”dır. İşçiler bu nedenle çalışmaya mahkûm olmuş, “para için, işin kendisiyle hiçbir biçimde ilişkisi olmayan bir şey için çalışır”. Tam da bu noktada Engels mevcut durumu, hemen hemen aynı sıralarda Marx’ın da 1844 el yazmalarında yazacağı “Yabancılaşma” kavramı üzerinden ele alır.
Bu nedenle örgütlü durumda bulunmayan işçiler işlerini kaybetme korkusu ile istemsiz bir şekilde sessizliğe bürünmektedir. Böylece, geçim zorluğu yaşayan emekçi sınıflar, kapitalizm tarafından görünen dünyadan uzaklaştırılır ve görünmez kılınır. Oysa ““artı nüfus” arasından topluma direnecek ölçüde cesareti ve tutkusu olan, burjuvazinin kendisine karşı açtığı örtülü savaşa açıkça savaş ilanıyla yanıt verecek kadar cesareti ve tutkusu olan…öne çıksa.” Sermaye “yoksulluğun, güven yokluğunun, aşırı çalışmanın, çalışma zorunluluğunun başlıca yıkıcı öğeler olduğunu” itiraf etmek zorunda kalsa “yoksula mal-mülk verelim, nafakasını güvenceye alalım, aşırı çalışmaya karşı-yasa yapalım gibi bir sonuç çıkarmak zorunda kalacak”tır.
Marx’ın Kapital’de belirteceği üzere proletarya salt iş sahibi olanlar değil; proleterya iş sahibi olanı ve olmayanıyla bir bütündür. Bu bütünlük içinde artı-nüfus yani yedek sanayi ordusu da ücretli işçi de aynı koşulları yaşar. Tam da bu noktada hem işçi cinayetleri ve işçi intiharlarının engellenmesi noktasında sendikaların ve örgütlenmenin zaruriyeti belirginleşmektedir. Engels’in belirttiği üzere, sendikaların asıl işlevi işçiler arasındaki rekabeti ortadan kaldırmaya çalışmak olmalıdır.
Sendikal mücadele kaçınılmaz olarak kapitalist sisteme karşı mücadeleye dönüşür. Bu mücadele, “sadece rekabetin bir türünü değil, rekabetin kendisini tümüyle ortadan kaldırma” gerekliliğini öne koyar.[8] Dolayısıyla, grevler sisteme karşı, “işçilerin kaçınamayacakları” toptan bir savaşa dönüşebilecek ve sendikalar işçilerin “kendilerini büyük mücadeleye hazırlamalarını sağlayan okullar” olarak işlev görür.2Sendikaların, sermayeye karşı direniş örgütlemekten, sermaye iktidarına karşı topyekün saldırı aşamasına ulaşmasından söz eden bu tartışma, Marx ve Engels’in ilk yazılarında tekrar tekrar ortaya çıkar. Marx, Felsefenin Sefaleti (1847) adlı çalışmasında şöyle der:
Direnmenin ilk amacı yalnızca ücretleri korumaktan ibaretse de, başlangıçta birbirinden kopuk olan dayanışmalar, kapitalistler baskı kurmak amacıyla birleştikçe her zaman birlik olan sermaye karşısında kendilerini gruplar biçiminde oluştururlar ve birliğin korunması, ücretlerin korunmasından daha gerekli hale gelir. Bu o denli doğrudur ki, işçilerin birlik uğruna ücretlerinin büyük bir kısmını feda etmeleri karşısında İngiliz iktisatçıları şaşıp kalmaktadırlar. Çünkü bu iktisatçıların gözünde bu birlikler yalnızca ücretler için kurulmuşlardır. Bu savaşımda -gerçek bir iç savaş- yaklaşmakta olan bir savaş için gerekli olan bütün öğeler bir araya gelir ve gelişirler. Savaşım bir kez bu noktaya ulaştığında birlik politik bir nitelik kazanır.3
Marx’ın bahsettiği sendikalaşma ve örgütlülük olabilse bir noktada işçiler intihar etmek yerine, haklarını sendikalar yoluyla elde edebilecektir. Belki de iş bulamadığı için bunalıma giren işçi Sıtkı Aydın Meclis önünde kendini yakmayacak; İzmir’de Battal Sağır, İŞKUR binası önünde soyunarak “ben işçiyim, çalıştım, hakkımı alamadım, açım ben aç” diyerek tepkisini getirmek zorunda kalmayacak; Malatya’da Metin Çelik banka önünde borçlarını ödeyemediği için kendini ve traktörünü yakma teşebüssünde bulunmayacaktı. Son dört yılda hayatını kaybeden 279 işçi ve bilinmeyen daha nicesi de hayatta olacaktı.
Yukarıda örneklerinde görüldüğü gibi intihar bir isyan olmanın yanı sıra bir başka işlevi de açığa çıkarır. İntihar bir afişe etme ya da teşhir biçimidir. Simon Critchley’in İntihar Üzerine Notlar adlı eserinde belirttği gibi. “Utanç, gurur ya da basit bir intikam kararı gibi bariz saikler ardında, yasadığı adaletsizlik karşısında haklı bir direniş edimi olarak intiharda daha derin bir anlam yatar…İntihar daha fazla alçalıp acı çekmekse kendi haklılığını kanıtlamanın da bir aracına dönüşmektedir.”[9] Bu yüzdendir son zamanlarda ortaya çıkan kamusal alanda işçilerin intihar biçimleri basite indirgenecek bir öfke sembolünü aşmaktadır. Nasıl köprüden intihar edenlerin büyük bir kısmı şehrin ışıklı tarafında intihar ederek son bir hesaplaşmaya girişiyorsa, intihar eden ve etmeye çalışan işçilerin intiharları da benzer şekilde sistemi teşhir eden bir anlama; ve daha da önemlisi sistemle yüzleşilen bir hesaplaşma ve intikama evrilmektedir.
Bu nedenle proleteryanın kurtuluşu, adaleti arama ve hesaplaşma noktasında, “proletaryanın koşullarının bilgisine haiz olması ve işçi sınıfına dönük olumlu ya da olumsuz romantik varsayımlara son verilmesi”ne bağlıdır.[10] Sınıfa düşense; iş cinayetlerini ve işçi intiharlarının sorumluların “kaza” diyerek geçiştirdiği ve normalleştirerek meşrulaştırmaya çalıştığı cinayetleri romantikleştirilen bir hikaye olmanın ötesine taşımak, görünmezliğe mahkum edilmeye çalışanı görünür kılmak, hesap sormak, cinayetlere dur demenin yolunu yaratmaktır.
Dipnotlar:
[1] Engels, F. (1845/1997). İngiltere’de Emekçi Sıfının Durumu, Sol Yayınları, Ankara, s.176.
[2] Ibid, s. 144 Sol.
[3] Ibid. s.30.
[4] Marx, K. (1846). Peuchet: On Suicide, Marx and Engels Collective Works, Gesellschaftsspiegel, s.497.
[5] Office for National Statistic (2015). ‘Suicide by Occupation England: 2011 to 2015- İngiltere’de Mesleklere Göre İntiharlar 2011-2015, adresinden <https://www.ons.gov.uk/peoplepopulationandcommunity/birthsdeathsandmarriages/deaths/articles/suicidebyoccupation/england2011to2015>, [Erişim tarihi:12.06.2018].
[6]TÜİK, İntihar İstatistikleri, 2013, adresinden <www.turkstat.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=23> , [23.05.2018 tarihinde erişilmiştir]. Not: Sonraki yıllarda yayımlanan intihar istatiklerinde nedenlerine yer verilmemektedir. Takip eden yıllardaki intihar oranları kaba intihar oranlarından hareketle sadece cinsiyet ve bölgesel intihar oranlarının istatistiksel değişimi üzerinden değerlendirilmiştir.
[7] Thompson, E.P. (2015), İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, İletişim Yayınları, İstanbul, s.418.
[8] Op.cit. Engels, pp.170-171.
[9] Critchley, S. (2016) ‘İntihar Üzerine Notlar’, Çev. Utku Özmakas, Pharmakon Yayınevi, Ankara, ss.77-80.
[10] Op.cit. Engels, ss.23-24.
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…